Yapay Zekâ Görüntülerinin Ruh ve Toplum Üzerindeki Sarsıntısı Üzerine Bir Sohbet
Gözümüzün önünde bir çağ değişiyor. Günlerdir Google’ın Veo 3’üyle oluşturulan videoları, OpenAI’ın Sora’sını, Meta’nın Emu’sunu izliyorum: sahteyle gerçeği ayıran dikişler görünmez hâle geliyor. Time dergisinde okuduğum kısa bir notta, seçim hilesi senaryosu taşıyan bir videonun izleyicilerin büyük kısmınca “kesin gerçek” diye kabul edildiği yazıyordu. Böyle anlarda zihnimde yankılanan soru basit ama ürpertici: Gördüğümüze güven duymazsak, neye tutunacağız?
Gerçeklik Perdesi Neden Bu Kadar İnce?
Beyin, eksik yerleri tamamlayarak dünyayı bir öykü hâline getirir; buna nörobilimciler “algısal tamamlama” diyor. O öyküdeki motifler –ışık, doku, ses– beklentilerimize uygunsa sorgu kapımız yarı aralanır. Yapay zekâ tam da bu eşik anında devreye giriyor: kusursuz görünen illüzyonla zihnin o minik şüphesini bastırıyor.
Uzun süre bu illüzyon seline maruz kalan birinin iç sesi çatallanıyor. Önce ufak bir huzursuzluk, ardından “Ya hepsi yalan ise?” diye başlayan spiral. Psikiyatri kliniklerinde sıkça anlatılan derealizasyon vakalarının modern versiyonu bu: İnsan çevresine bakıyor ve her şey “film seti” tadı veriyor.
Bireyin İç Dünyasında Açılan Çatlaklar
Korku ve kuşku yan yana yürür. Sosyal ağlarda dolaşan sahte ihanet görüntülerinin ardından aile içi şiddet vakalarının arttığını duyuyorum avukat dostlarımdan. Genç bir öğrencinin, deepfake çıplak görüntülerinin yayılması yüzünden hayata küstüğünü; annenin, “Kızım artık aynaya bakamıyor” diyerek gözyaşlarını tutamadığını aktardığı anların sıcaklığını hâlâ içimde hissediyorum.
Paranoya kapıları da kolay aralanıyor. Bir grup insan, hiç yaşanmamış bir saldırıyı gerçek sanıp linçe sürüklenebiliyor; Nijerya’da bu yüzden canlar yitirildi. Böyle durumlarda psikolojinin eski terimi –paylaşılan sanrı– sanki küresel ölçekte yeniden doğuyor.
Toplumsal Dokuda Derin Yarık
Türkiye’de geçen yıl dolaşıma giren sandık yakma görüntüsünü hatırlayın. Gerçeğin çok uzağında olmasına rağmen, birkaç saat içinde milyonlarca paylaşımla yayılmış, YSK’ya güveni gözle görülür biçimde sarsmıştı. Kitle psikolojisinde güven, pamuk ipliğidir; bir kere kopunca düğüm atmak zor.
Benzer bir örnek Londra’daki banka dolandırıcılığı davasında karşımıza çıktı: Sanık, “Kayıt bana ait değil, yapay zekâ üretti” deyince mahkeme bile tereddüt etti. Hukuk, “kanıt” kelimesinin anlamını yeniden tanımlamak zorunda kalıyor.
Bilimin bile sarsıldığı bir çağdayız. Mikroskop altında sahte hücre kültürü fotoğraflarıyla yazılan makaleler geri çekiliyor; editörler artık her görsel için ısı haritası istiyor. Gerçeklik erozyonu akademinin temelini de oyuyor.
Çocuklardan Yaşlılara Dalga Dalga
Bir okul öncesi çocuğun, çizgi film ile haber görüntüsü arasındaki farkı tam kavrayamadığını biliyoruz. Şimdi önüne “gerçek” gibi duran bir felaket videosu koyduğunuzda, o korku ileride bağlanma sorunlarına yol açabiliyor. İlkokul çağındaki çocuk, izlediği sahte şiddeti zihninde “yaşanmış” diye etiketleyip kabuslarla boğuşabiliyor.
Ergenler başka bir sayfa: Kimliklerini ararlarken beden algıları, sosyal kabul algıları yapay görüntülerle bükülüyor. Deepfake pornografi, henüz şekillenen mahremiyet duygusunu yerle yeksan edebiliyor.
Yetişkinler finansal tuzaklarda sendeliyor; “CEO’nuz konuşuyor” diye gelen yapay bir video aramayı kim durup da sorguluyor? Yaşlı kuşak ise sağlıkla ilgili sahte vaatlere kanmaya daha yatkın; sahte doktor videosu gördüğünde ilaç dolabını değiştirebiliyor.
Toplumun Fay Hatları ve Kitlesel Riskler
Gerçeklik duygusu parçalandığında, ilk çatlak insan zihninde atar; ama yankısı şehrin sokaklarına, ülkenin meydanlarına kadar uzanır. Ekrana düşen sahte bir görüntü, önce bireyin iç dengesini sarsar. Kalp hızlanır, avuçlar terler, beynin alarm merkezi tehlike diye bağırır. Kaygı artık yalnızca kişisel bir his değildir; görünmez bir sis gibi evin odalarına, apartman koridorlarına yayılır. Komşu, komşusuna “Duydun mu?” diye fısıldar, söylenti büyür. Böylece dalga, zihinsel alandan toplumsal alana taşar.
Kaygı bastırılamazsa yerini panik nöbetlerine bırakır. İnsan, gördüğü her hareketi tehdit sayar. Market raflarının boşalması ya da benzin istasyonları önünde uzayan kuyruklar, bu toplu panik atakların somut karşılığıdır. Oysa ortada gerçek bir kıtlık yoktur; kıtlığı, sahte videolarla beslenen toplu korku yaratır. Toplum, kendi gölgesinden kaçarken gerçek sıkıntıyı doğurur.
Uzun sürmüş belirsizlik, ruhu bezdirir ve iç enerjiyi sömürür. Depresyon, kapısını çaldığı kişiye “Nasıl olsa her şey yalan” dedirtir. İşini, ailesini, geleceğini umursamayan bireylerin sayısı arttıkça, üretim düşer, sınıflarda boş sıralar çoğalır, semt pazarlarında tezgâhlar erken kapanır. Ekonomi, istatistik raporlar hazırlanmadan çok önce ruh hâlindeki çöküşle titremeye başlamıştır bile.
Bir başka patika, korkuyla beslenen öfkeye çıkar. Sıklıkla sanrısal bozukluğa meyleden bu öfke, “O bana düşman” diye işaret ettiği kişiye saldırı için bahane arar. Mahalledeki yabancı uyruklu kiracı, sosyal medyada hedef gösterilen muhalif, farklı mezhepten bir esnaf… Kimin vurulacağı, hangi dükkânın yakılacağı gerçekliğin değil, kışkırtılmış hayalin bir seçimi olur. Böyle zamanlarda polis raporlarındaki “nefret suçu” grafiği keskin bir yükseliş sergiler.
Ve nihayet, birbirine eklenen bu kişisel felaketler toplumsal fay hattını kilitler. Kültürel kutuplar sertleşir, ortak sözlüğümüz yıpranır. İki taraf, aynı kelimeleri kullanır ama bambaşka manalar yükler. Köprüler atılır, uzlaşma masaları toz tutar. Bir milleti bir arada tutan görünmez bağ, gerçeğe dair ortak inançtır; o inanç çürüdüğünde bağ da kopar.
İşte bu nedenle sahte bir videonun yarası yalnızca ekranda kalmaz. Zihinde başlayan sızı, aileyi, sokağı, mahkemeyi, meclisi yaralar. Toplumsal fay hatları, ekran ışığının altında sessizce gerilir; küçük bir titreşim, geniş bir kırılmaya dönüşebilir.
Gerçeği Sorgulamak: Çöküş mü, Aydınlanma mı?
Kargaşa büyüdükçe insanlar kaçınılmaz biçimde aynaya bakar: “Ben kimim, bu gürültünün içinde neye tutunacağım?”İşte tam bu noktada sorgulama doğar.
Sorgulamanın ilk adımı: Varoluş sancısı
Sahte haber selleri “gerçek” kelimesini anlamsızlaştırınca, birey kendine döner. Sorular çoğalır: Bu hayatın amacı ne? Benim özüm nedir? Sadece tüketmek için mi yaşıyorum?
Bu kriz, psikolojide “kimlik karmaşası” diye geçer. Ancak her karmaşa yeni bir düzenin doğum sancısıdır.
İkinci adım: Kadim bilgelikle buluşma
İnsan arayış içinde eski metinlere, doğa gözlemlerine, halk anlatılarına yönelir. Yunus’un “bir ben var benden içeri” sözü yeniden kıymet kazanır.
Bu miras, teknoloji gürültüsüne karşı sükûnetli bir pusula sunar: Doğanın döngülerini izle, varlığa zarar verme, kendini başkalarının yerine koy.
Üçüncü adım: Kişisel dönüşüm
Sorgu sayesinde birey, ekrana körü körüne bakmak yerine iç benliğini dinlemeye başlar. Farkındalık, meditasyon, gönüllü sadelik gibi pratikler yaygınlaşır.
Toplumsal düzeyde küçük topluluklar kurulur; ortak bahçe, paylaşım ekonomisi, mahalli üretim gibi dayanışma ağları filizlenir.
Neden bu çöküşe ihtiyaç vardı?
Metaller bile su verilmeden sertleşmez. Toplumlar da yalancı görüntü yangınından geçerek yeni bir gerçeklik bilinci inşa eder. Yani yaşadığımız yozlaşma, belki de zincirlerimizi kırmak için gereken ısıdır. Eski alışkanlıklar erir; geride kalan, daha sahici bir yaşam arzusudur.
Ufukta ne var?
Bireysel Potansiyel – “Kim olduğumu buldum” diyen insan üretken olur; sanat, bilim, el emeği yeniden yükselir.
Doğayla Uyum – Şehirde bile fidan dikme, atık azaltma, güneş enerjisi paylaşma gibi küçük hareketler, büyük dönüşüme hizmet eder.
Yeni Toplumsal Sözleşme – Şeffaf teknoloji, hesap verebilir siyaset ve empati temelli eğitim, eski dünyanın yerine adım adım kurulur.
Özetle: Kırılma olmadan iç görü doğmaz. Yapay zekânın yarattığı sahte cangıl, bizi hakiki ormanı –doğayı, kadim bilgeliği ve kendi iç hakikatimizi– yeniden hatırlamaya zorluyor. Bu yol sancılıdır ama ufku aydınlıktır: Dünyayı değil, bakışımızı değiştirirsek yeni çağın kapısı aralanır.
Mehmet Canlar – 09 Haziran 2025